ALTIN
 2.439,70
DOLAR
 32,4504
STERLİN
40,7959
EURO
 34,8290

 

 

            Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde, SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile birlikte başlatılan sağlıkta dönüşümün ya da sağlıkta özelleştirmenin, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını sağlık ve sosyal haklarından mahrum bırakan düzenlemelerin sonuçları ile övünülen Şehir Hastanelerini işlemeye bir sonraki bölümde devam edeceğimi belirtmiştim.

           Evet, işçilerin ödediği primlerle yapılmış olup işçiler ve emeklileri ile eş, çocuk, anne, baba gibi aile bireylerinden oluşan toplumun yarısına yakın insana hizmet veren SSK sağlık tesislerine, bu tesislerin gerçek sahiplerine sorma gereği bile duyulmadan, iktidarın parlamento çoğunluğuna dayanarak çıkardığı yasa ile el konmasından itibaren Türkiye’nin bütün kentlerinde, özel sağlık tesisleri yerden mantar gibi bitercesine peş peşe faaliyete geçtiler.

         Bu sağlık tesislerine SGK’ nin belirlediği fiyatın üç katı kadar fiyat belirleme imtiyazı tanındı. Elbette sadece özel sağlık tesisleri ile yetinilmedi ve yandaş sermaye gruplarına, adına “Şehir Hastaneleri” denen devasa sağlık kompleksleri yapma olanağı tanındı.

          Sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin sosyal yönünü tasfiye eden, sağlıkta ticareti önceleyen yeni sistem hayata geçtikçe, sağlık hak olmaktan çıkarıldı ve piyasadan parayla satın alınan pahalı bir hizmet haline getirildi. Kuşkusuz bunun en önemli ayağı, kentlerin en merkezi yerlerinde bulunan ve yıllardır halka hizmet veren kamu sağlık tesislerinin kapatılmasını öngören şehir hastaneleri projesidir.

           Bu iktidar döneminde, birçok alanda olduğu gibi sağlık alanında asıl adı “Yap-İşlet-Devret” olan model, “Kamu-Özel Ortaklığı” adıyla hayata geçirildi ve “Şehir Hastaneleri” projesi uygulamaya kondu.

            Arsası bedelsiz olarak devlet tarafından özel şirketlere tahsis edilen ve yandaş şirketlere yaptırılan hastaneler hem devlete hem de yurttaşa para tuzaklarıyla dolu.

            Bir başka deyişle, bu hastanelerle AKP’nin gözdesi firmalar zengin edilirken, hasta ve devlet soyuluyor. Nitekim 2003 yılında, SSK, Sağlık Bakanlığı, üniversiteler ve vatandaşın cepten ödemeleri ile sağlık piyasasında dönen para 20 milyar lira iken bu para 2017 yılında 6 kat artarak 120 milyar liraya çıktı.

                Şehir hastaneleri, kamudan özele kaynak aktarımı üzerine kurulu bir sistemdir. Kira ve garantileri döviz üzerinden verilen hastaneler, Türkiye gibi istikrarsız ekonomik yapıya sahip ülkede dövizdeki dalgalanmadan dolayı, 25 yıl boyunca devlet bütçesinden milyarlarca lira para, inşaat şirketi, sağlık işletmecisi şirket ve kredi veren bankadan oluşan konsorsiyumun kasasına aktarılacaktır.

           Yine % 70 oranında doluluk garantisi verilmesinden dolayı, gün içinde hasta sayısının hastane kapasitesinin %70’inin altında kalması durumunda, eksik her bir hasta için devlet ödeme yapıyor. Nitekim görüşmeleri TBMM’de devam eden 2022 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun tasarısında, Sağlık Bakanlığı bütçesinin %19’u, faaliyete geçmiş olan 12 şehir hastanesine ayrılmış bulunuyor.

           Bu paranın büyük kısmı şehir hastanelerine kira olarak ödenecektir. Zira her hastanenin faaliyete geçtiği tarihten itibaren, Sağlık Bakanlığı mülkün sahibi şirkete 25 yıl boyunca kira ödeyecektir.

             Elbette sadece kira ödemeyecek, hastanelerin döner sermayesinden binaların bakım onarımlarını da yapacaktır. Bütün bu harcamalar yapıldıktan sonra, para artarsa, döner sermayenin kazandıranı sağlık çalışanlarına pay verilecek.

           Bu hastanelerin, şirketlere para kazandırmak amacıyla yapıldığı, parası olmayanların bunlardan yararlanamayacağı eleştirisinde bulunanların eleştirilerine karşı hastaneleri savunanların en önemli argümanı yatak sayısının artacağıdır.

          Ancak yatak sayısı artmıyor. Zira şehir hastanesi işletmeye alınan kentlerdeki devlet hastaneleri kapatılıyor veya açılan hastanenin yatak sayısı kadar yatak eksiltiliyor. Dolayısıyla, yatak sayısının artması mümkün değildir.

          Dedik ya bu modelle yapılan hastaneler para tuzağı diye, soygun daha proje çizim aşamasında başlıyor. Çünkü proje çizimleri de ihale ile mimarlık şirketlerine yaptırılmaktadır. Yapılan araştırmalar, maliyetler artsın diye hastane binalarının olması gerekenden büyük yapıldığı ve artan maliyetlerin kiradan karşılandığını ortaya koymaktadır. Bir başka maliyet unsuru ise, şirketlerin hastane yapımı için kullandıkları kredilerdir.

              Devlet bu binaları kendisi, yapımcı şirketlerin bugün bu hastaneler için harcadıkları paranın 1/5’ine aynı yatak kapasitesine sahip olarak yapabilirdi. Öte yandan, dev hastane kompleksinin yüksek faizli dış kredilerle yapılması maliyetlerin yükselmesine yol açıyor ve şirketler aldıkları kredilerin faizlerini de kiraya yüklüyorlar. Bu nedenle yapılan hesaplamalara göre, şirketler şehir hastanelerine 10 milyar dolar yatırım yapıp, 25 yılda 30 milyar dolar gelir elde edecekler.

            Hastaneleri yapan şirketler, hastanelerin görüntüleme ve laboratuar hizmetleri ile fizik tedavi rehabilitasyon, radyoloji, radyasyon onkolojisi, patoloji gibi hizmetlerini de kendileri yürütecek ve bedel karşılığında Sağlık Bakanlığı’na satacaklardır.

            Ayrıca hastane içinde ve çevresinde yapılacak kafeterya, yemekhane, kreş, servis, otel, otopark, temizlik, diyetisyenlik, hastane bilgi yönetim sistemini de şirketler işletmektedirler. Dahası, sözleşmeye göre hastaneyi devletin değil şirketin temsilcisi yönetecek.

            Bu yönetim şekli iki başlılığa neden olmaktadır. Hastane başhekimlerinin, hastane yönetiminde ve destek hizmetleri ile tıbbi destek hizmetlerinde yetkisiz kılınmaları ve yetkinin şirket yöneticilerinde olması büyük sorunlar yaşanmasına yol açmaktadır.

             Büyük devasa kompleksler şeklinde inşa edilen hastanelerde, üniteden üniteye geçişte yaşanan zaman kaybı, acil durumlarda riskler yaşanmasına yol açtığı gibi, hekimler ile sağlık destek personelinin daha geniş alanda hizmet sunmak zorunda kalmaları sıkıntıların katlanmasına neden olmaktadır.

            Otelcilik hizmetlerinin ön plana çıkartılmasından dolayı, acil, ameliyathane, yoğun bakımlar ile kliniklerde sağlık hizmeti sunmada sıkıntılar yaşanırken, hastanelerin şehirlerin kilometrelerce dışında yapılmaları, gerek hastalar ile hasta yakınlarının gerekse çalışanların ulaşımında sıkıntılar yaşamalarına yol açmaktadır.

              Sağlıkta özelleştirme ile öncelikle 224 Sayılı, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’un yürürlüğe girdiği 1961 yılından bu yana, ülkede uygulanmakta olan sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti terk edildi.

            Böylece Türkiye halkı, ülkenin en ücra köşesinden başlayarak, Sağlık Evleri ile Sağlık Ocakları eliyle verilen koruyucu sağlık hizmetinden mahrum kaldı. Hâlbuki bu sistem, gebe ve emziren kadınların takibi, bebeklerin salgın hastalıklara karşı aşılanmaları, insanların sağlığını tehdit eden çevre kirliliği ile salgın hastalıklara yol açabilecek çevresel etkilerin ortadan kaldırılması, insanların sağlık taramalarının yapılması, gibi pek çok koruyucu sağlık hizmeti vermek suretiyle insanları hastalıklardan korumaktaydı.

            Bir başka deyişle, insanların hastalanmalarını önlemeyi amaçlayan bu sistemle insanlar birçok hastalıktan korunuyor ve daha pahalı bir hizmet olan tedavi edici sağlık hizmetine ihtiyaç duymuyorlardı. Yeni sistemde bu ilk basamak sağlık hizmeti, aile sağlık merkezlerinde aile hekimleri tarafından verilmektedir.

             Gerek iş yükleri gerekse özlük hakları bakımından zor koşullar altında kendilerine başvuran hastaların ilk tedavilerini yapan aile hekimlerinin, gebe ve emziren kadınlar ile bebekliklerinden itibaren çocukları takip etmeleri, onların salgın hastalıklara karşı aşılanmalarını sağlamaları mümkün değildir.

         Bu nedenle, ilk basamak adı verilen bu sağlık hizmetinden toplumun büyük bir kısmı yararlanamadığı için tedavi edici sağlık hizmetinin yükü gün geçtikçe artıyor. Üstelik sağlık hizmetlerinin önemli bir kısmının paralı hale getirilmesinden dolayı, cepten ödeme yapamayan dar gelirli ve güvencesiz birçok insan sağlık hizmetine ulaşamıyor.

                Yukarıda belirttiğim gibi, toplumun yarısından fazlasına hizmet veren SSK sağlık tesislerinin devre dışı kalması ile ülke bu tesislerde ucuza verilen sağlık hizmetlerinden mahrum kaldı. Zira SSK sağlık tesisleri, personelinin üstün gayreti ile sosyal bir hizmeti ifa etmekteydi.

         Yine SSK kendi sağlık tesisleri bünyesinde faaliyet yürüten atölyelerde, kendi personeli eliyle medikal ürünler ile çeşitli sarf malzemelerini üretiyor ve kullanıyordu. Yetmediği yerde ise bu ürünleri, ihale yoluyla piyasadan indirimli bir şekilde toptan alıyor ve kullanıyordu.

             Aynı şekilde tesislerin içinde bulunan kendi eczanelerinde kendi ilaç fabrikasında üretilen ilaçlar ile ihale yoluyla toplu ilaç alma imkanını kullanmak suretiyle ilaç şirketlerinden indirimli aldığı binlerce ton ilacı hastalara verme imkânına sahipti. Sağlıkta dönüşümü savunanlarının “Sizi ilaç kuyruklarından kurtardık” dedikleri, SSK’ nin ucuza aldığı bu ilaçları kendi bünyesindeki eczanelerde yoksul Türkiye insanına ulaştırması sırasında yoğunluk yaşanmasından başka bir şey değildi.

           Bugün toplam sağlık harcamasının %40’ına ulaşan ilaç harcamasının büyük bir kısmı yabancı ilaç tekellerine gidiyor. Bu nedenle yurttaşlar, artık birçoğu SGK tarafından karşılanmayan bu ilaçları eczanelerden fahiş fiyatlarla alıyorlar.

            Hâlbuki SSK’nin verdiği sağlık hizmetinin eksikliklerini tespit etmek ve bugün harcanan paranın çok daha azı ile kurumu, personel ve fiziki mekân bakımından yeterli hale getirmek mümkündü. Bu yapılmadı. Zira yerli ve yabancı sermaye Türkiye toplumunun sağlığından para kazanmanın peşindeydi.

            Yerli ve yabancı sermayenin bu talebini yerine getireceği vaadi ile onlardan aldığı destekle iktidar olan AKP, yaptığı düzenlemelerle sermayeye bu olanağı sağladı. Dolayısıyla sermaye, artık bir yandan özel hastaneler ile şehir hastanelerinin sınırsız harcamalarıyla, diğer yandan ise ilaç tekellerine milyarlarca lira para aktarılmasıyla Türkiye insanının sağlığından büyük paralar kazanıyor. 

             İşte, Cumhurbaşkanı’nın övündüğü, baştan sona para tuzağı üzerine kurulu sağlık sistemi ve şehir hastaneleri. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde 19 yıldır ülkeyi tek başına yöneten Partili Cumhurbaşkanı’nın, ağızını her açtığında, eski sağlık sistemini eleştirmesinin altında yatan asıl amacın, adına “reform” dedikleri dönüşümün topluma kaybettirdiklerini gizlemek suretiyle yaptıklarına haklılık kazandırmak olduğu çok açık görülüyor.

              Evet, 1980’li yıllardan başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değişmez maddelerinden, Devletin temel niteliklerinin düzenlediği ikinci maddesinde hüküm altına alınmış olan “Sosyal Devletin” tasfiyesi için adım adım uygulanan bir politikanın son halkası olan sağlıkta dönüşümle birlikte, sosyal güvenlik sistemi çökertildi ve emeklilik ile sağlık hak olmaktan çıkarıldı.

 

Bu yazıyla, “Sosyal Devletin Tarihsel Gelişimi, Dünü ve Bugünü” yazı serimiz sona erdi. Tekrar görüşünceye kadar hoşça kalın, sağlıklı kalın!

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.