ALTIN
 2.510,03
DOLAR
 32,5947
STERLİN
40,4574
EURO
 34,8297

 

 

               2001 yılında yürürlüğe giren 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile bu kanunda değişiklik yapmak üzere 2012 yılında çıkarılan 6289 sayılı Kamu Çalışanları Sendikaları Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Türkiye’nin üyesi olduğu Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ile temel hak ve özgürlükler ilişkin uluslararası sözleşmelerin tanıdıkları sendika hakkını sağlamaktan uzak kanunlardır.

               Nitekim bu kanunlarda kamu çalışanlarına evrensel kriterlere uygun toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamıştır.

             Her sendikaya üyeleri adına toplu sözleşme yapma hakkı tanınmayan, işkolu düzeyinde en çok üyeye sahip sendikanın, tüm kamu çalışanları adına ise en çok üyeye sahip konfederasyonun sözleşme imzalamaya yetkili olduğu garip bir düzenleme ile iktidarın desteklediği yandaş konfederasyona sözleşme imzalatılmaktadır.

              Kamu çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı tanınmamasında şaşıracak bir durum yok. Zira özellikle 2002 yılında iktidar olan AKP döneminde, grev ertelemelerinden dolayı işçi sendikaları yasaların tanıdığı grev hakkını kullanamıyorlar.

              Elbette işçilerin sendikalarda örgütlenememelerinin ve toplu sözleşmeden yararlanamamalarının tek nedeni grev yasakları değil. AKP’nin iş güvencesini ortadan kaldıran ve esnek çalışma biçimlerini iş hayatına monte eden kanun düzenlemeleri işçileri adeta köleliğe mahkûm etmiş bulunuyor.

             İktidarın 1475 sayılı iş kanunu yerine çıkardığı 4857 sayılı iş kanunuyla iş hayatına soktuğu belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışma, alt işverenlik (taşeronluk) uygulaması, kısmi zamanlı çalışma, çağrı üzerine çalışma, işçi kiralama, uzaktan çalışma benzeri uygulamaların yanı sıra artan işsizlik, kayıt dışı çalışma gibi birçok etken sendikalaşmayı engellemektedir.

             Öte yandan 12 Eylül 1980 faşist darbesini yapan generallerin hazırlattığı 1982 Anayasası, yine darbeci generallerin yürürlüğe koyduğu sendikalar kanunu ile toplu sözleşme ve grev kanunlarında bazı işkolları için grev yasağı getirilmesi, Bakanlar Kurulu’na grev erteleme yetkisi verilmesi gibi uygulamalarla serbest toplu pazarlık hakkı kanun yoluyla engellenmektedir. Özellikle 2002 yılında iktidar olan AKP hükümetlerinin aldığı grev erteleme kararları nedeniyle bu ülke insanı lastik, metal gibi işkollarında grev yapılmasının insan sağlığı ile ülkenin milli güvenliğini tehdit ettiğini öğrenmiş oldu. Kanunda erteleme dense de yapılan işlem grevin fiilen yasaklanmasıdır.

               Zira grevi ertelenen işyerini kapsayan toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlandığı için, ertelenen hiçbir grev erteleme süresi bitiminde yeniden başlayamamaktadır. Yani işçilerin taleplerini işverenlere kabul ettirmek için, ellerinde ki tek silah olan üretimden gelen güçlerini kullanmaları, devleti yönetenlerce keyfi bir şekilde ellerinden alınmaktadır.

                Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Temmuz 2017 tarihinde 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılı vesilesiyle yabancı sermayeli yatırımcılara seslenirken, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz.

                Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’ den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” diyerek anayasanın tanıdığı grev hakkını sermayeyi korumak için engellediklerini itiraf etmişti.

               Kuşkusuz Türkiye’yi yönetenlerin bu alandaki sabıkası, çalışanların sendika, toplu sözleşme ve grev haklarının engellenmesi ile sınırlı değil.

               Nitekim bu yazı serisinde zaman zaman ifade etmeye çalıştığım gibi, gerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın sendika hakkını kullanacaklara dair 51. maddesi gerekse buna uygun düzenlemeler içeren 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu, sendika kuracakları çalışanlar ve çalıştıranlar olarak belirlemişlerdir.

              Bu düzenleme, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasanın 90. Maddesine uygun imzaladığı ve taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelere aykırılık teşkil etmektedir. Zira başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 23/4 maddesindeki “Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.” düzenlemesi olmak üzere, bu sözleşmelerin tamamında sendika kurma veya kurulmuş sendikaya üye olma hakkı “herkese” tanınmıştır.

              Buradan anlaşılması gereken, emekliler, çiftçiler, öğrenciler, işsizler, ev çalışanları gibi hak ve menfaatleri ortak olan tüm toplum katmanlarının sendika kurma hakkının olduğudur.

              Ne yazık ki, Türkiye’yi yönetenler bu hakkı yasak ve engellemelerle dolu göstermelik sendika kanunları ile sadece fiili çalışanlara tanımaktadırlar. Bu uygulama hakkın kullanımının engellenmesinden başka bir şey değildir.

              Hâlbuki anayasanın 90. maddesinin 5. fıkrası, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.

               Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” denmektedir. O zaman anayasanın 51. maddesi ile 90. maddesi çelişmektedirler.

              Yapılması gereken 51. maddenin “Herkes sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkına sahiptir” şeklinde düzenlenmesidir. Bu yapılmıyorsa, yukarıda belirtilen hak öznesi grupların temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerdeki haklarını kullanarak kurdukları sendikalar için anayasanın 90. maddesinin yukarıya aldığım 5. fıkrası esas alınmalıdır. Maalesef bu yapılmıyor ve anayasanın 51. maddesinin sınırlama mantığına sığınılarak bu sendikalar engelleniyor. 

              Türkiye’yi yönetenler, temel bir insan hakkı olan örgütlenmeyi engellemeye çalışsalar da DİSK 9. Olağan Genel Kurulu’nun, emeklilerin sendikal örgütlenmeleri için çalışma yapılması yönünde aldığı kararı hayata geçirmek üzere zamanın DİSK yönetim kurulunun bir grup emekliyle sürdürdüğü çalışmalar sonucu, 12 Temmuz 1995 tarihinde Tüm Emekliler Sendikası (EMEKLİ-SEN) adıyla Türkiye’nin ilk emekli sendikası kuruldu.

               Elbette Emekli-Sen uluslararası sözleşmelerin sendika kurma hakkını “herkese” tanımasından hareketle kurulmuştu. Zira Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği (AB) üyesi tüm ülkelerde, örgütlenme biçimi ülkeden ülkeye farklı olmakla birlikte emekliler sendikalarda örgütlüydüler. Üstelik bu sendikalar, DİSK’in de üye olduğu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun(ETUC) parçası olan Emekli ve Yaşlı Sendikaları Federasyonu’na (FERPA) bağlıydılar.   

                Maalesef, uluslararası sözleşmeler ile anayasanın 90. maddesinin açık hükmüne rağmen, anayasanın 51. maddesinin insan hakları sözleşmelerine aykırı, sınırlandırıcı yapısı göz önüne alınmakta ve hak ve menfaatleri ortak olan toplum katmanlarının kurdukları sendikalar engellenmektedir.

            Hâlbuki ne 51. maddede ne de başka herhangi bir anayasa maddesinde bu hakkın kullanımını yasaklayan hüküm bulunmamaktadır.

              Sendikalar, Sanayi Devrimi’ne paralel olarak gelişen sanayide çalışan işçilerin işverenlere karşı hak menfaatlerini korumak üzere kurdukları örgütlerdirler. Sendikalar sınıf örgütleridirler. Bu özelliklerinden dolayı, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarının mücadelesini verirler. Sendikalar siyasi parti olmamakla birlikte işçi sınıfı partileri ile yakın ilişki içinde olup, onların iktidar olmalarının mücadelesi içinde olurlar.

               Ancak unutmamak gerekir ki sendikalar asla parti işlevi üstlenmezler. Elbette bu partiler üstü veya siyaset üstü gibi sınıfın çıkarına olmayan, apolitik tavır içinde olmak anlamında da değildir.

               Kısacası sistem içinde de olsa, sendikalar siyasete işçi sınıfının çıkarları penceresinden bakmakla yükümlüdürler. Ne yazık ki, sendikal hareket bugün sadece ülkemizde değil, bütün dünyada 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. ve 20. yüzyıl sendikal hareketinin gerisindedir.

              Bunun dünya ve ülkemiz açısından nedenlerine yazı serimizin bundan sonraki bölümlerinde kısaca değinmeye çalışacağım. Özellikle dünyanın gelişmemiş bölgelerinden yapılan kaynak transferi ile hızla sanayileşen merkez kapitalist ülkelerden ABD, yoksul Güney ve Orta Amerika ile Afrika dan sürekli göç alırken; İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika gibi Avrupa’nın sanayileşmiş ülkeleri ise birçoğu sömürgeleri olan Asya ile Afrika’nın geri kalmış ülkelerinden göç alıyorlardı. Öte yandan başta İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından toparlanan ve hızla sanayileşen Almanya olmak üzere, Fransa, Belçika, Hollanda gibi devletler, 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye, Yunanistan ve İtalya gibi işgücü fazlası olan ülkelerden göçmen işçi statüsü ile işçi alımına başladılar.

                Maalesef gerek bu şekilde işçi statüsü ile transfer edilenler gerekse savaş, şiddet, yoksulluk gibi yaşamı çekilmez kılan şartlardan dolayı ülkelerini terk ederek merkez kapitalist ülkelere göç eden insanlar, örgütlenme bilinci olmayan, etnik ve dini gelenekleri ile yaşamaya çalışan insanlar oldukları için dışa kapalı yaşıyorlardı.

               Büyük çoğunluğu ülkelerinde kent kültürü almamış, ücretli işçilik hayatı ile tanışmamış, köyden kopup gelen bu insanlar, gittikleri ülkelerde kurdukları yerel dernekler ile dini cemaatlerde bir arada olmaya ve kendi kültürleri ile yaşamaya çalışıyorlardı.

            Maalesef tanımadıkları, dilini, kültürünü, dini inanışı ile gelenek ve göreneklerini bilmedikleri bu ülkelerde kültürlerini kaybedecekleri endişesi onları kapalı yaşamaya zorluyordu. Doğrusu bu durum sermayenin işine geliyor ve bunu teşvik ediyordu.

                Bu durumu aynı zamanda bu işçilerin vatandaşı oldukları Türkiye gibi farklı din ve kültüre sahip ülkelerin yönetimleri de teşvik ediyorlardı. Zira bu yolla işçilerin kazanımlarının kendi ülkelerine transferini sağlıyorlardı.

              Kısacası birbirine yabancı olan işçilerden oluşan sınıf yapısının yol açtığı güvensizlik ve göçmen işçilerin işsiz kalma veya sınır dışı edilme korkusunu aşacak sınıfsal bilince sahip olmamaları, zamanla merkez kapitalist ülkelerin işçi sınıfının örgütlülüğünün zayıflamasına neden oldu.

               Elbette göçmen işçilerle ilgili politikalar geliştirmekte ve onları kazanmakta ağır davranan sendikal hareketin bu eksikliğinin, gelişmiş ülkelerden başlayarak sendikal hareketin zayıflamasında önemli payı vardır. 

              Yazı serimiz, dünya ve ülkemizde sendikal hareketin gerilemesinin nedenlerinin işlenmesi ile devam edecek. Bir dahaki bölümde buluşuncaya kadar, hoşça kalın, sağlıcakla kalın!

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.