ALTIN
 3.042,49
DOLAR
 35,5025
STERLİN
43,1833
EURO
 36,2485
reklam

UMUT GENÇLİKTE!

Bugün 4 Mayıs 2025. İki gün sonra 6 Mayıs 1972, 12 Mart faşizmi tarafından idam sehpasına gönderilen Türkiye devrimci gençlik hareketinin önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının 53. yılı
 
Yazılarımda birçok defa yazdım, ancak tekrar etmekte yarar var. İkinci emperyalist paylaşım savaşı (İkinci Dünya Savaşı) sonrası, anti-kapitalist, anti-emperyalist devrimci dalga tüm dünyayı sarsıyordu. Savaşın sona erdiği, 1940’lı yılların sonlarından başlayan bu süreç, insanlığın belki de en umutlu, en ışıklı günlerinin yaşandığı, başta gençler olmak üzere insanların cesaretle kendilerini ortaya koydukları süreçti. Özellikle 1968 yılı, coşkulu bir devrimci dalganın bütün dünyayı sarstığı, “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” sloganıyla birçok ülkede milyonlarca insanın ayağa kalktığı yıl oldu.
 
Üniversite gençliğinin başını çektiği devrimci dalganın ülke yönetimlerini sarstığı bu hareketli yıllarda, Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının önderlik ettiği üniversite gençliği, özgürlük bayrağını Türkiye'de yükseklere taşıdı. Ülkenin 1952 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başını çektiği Kuzey Atlantik Paktı'na (NATO) üye olarak kabulünden sonra, ülke topraklarını yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmek isteyenlere karşı ayağa kalkan üniversite gençliği, cesaretle yaptığı eylem ve yürüyüşlerle sermaye ile onun güdümündeki iktidara korku salıyordu.
 
Oysa o yıllarda öğrenci gençlik içinde, Türkiye'nin NATO'ya girmiş olmasını reddeden bağımsızlıkçı hareket üniversitelerde ayağa kalkmıştı. Türkiye İşçi Partisi'nin başını çektiği Türkiye solu ve 1967 yılında kurulan DİSK'in öncülük ettiği sınıf sendikacılığı hareketiyle de buluşan öğrenci gençlik hareketi, devrimci bir ruhla yürüyüşler, boykotlar ve üniversite işgalleriyle mücadeleyi yükseltti. Kuşkusuz birçok eylem, direniş, boykotun yaşandığı bu sürece damga vuran eylem, İstanbul'a demirlemiş olan emperyalist ABD'nin 6. Filo'suna karşı, "6. Filo defol!" sloganı ile yapılan protesto eylemiydi.
 
Ne yazık ki, tüm bu eylemlerin saldığı korku ile harekete geçen işbirlikçi egemenler, yükselmekte olan özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini bastırmak için 12 Mart karanlığında somut hiçbir yasal dayanak olmadan, uydurma gerekçelerle sıkıyönetim mahkemelerinde idama mahkûm ettikleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı, "Asalım, asalım!" çığlıklarıyla darağacına gönderdiler. Maalesef idamların görüşüldüğü parlamento oturumunda, “Üçe üç” sloganları yükselmişti. Zira idamları onaylayan meclisin sağcı çoğunluğu, bu idamları 1960 darbesi sonrası idam edilen eski Başbakan Adnan Menderes ile iki bakanın intikamı olarak görüyordu.
 
Halbuki Deniz Gezmiş ve yol arkadaşları savunmalarında, “Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımızın bağımsızlığı ve mutluluğu için savaştık!” diye haykırıyorlardı. Nitekim devrimci gençliğin üç önderi idam sehpasına giderken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm'in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” diye haykırmışlardı.
 
Kuşkusuz 12 Mart Darbesi, Türkiye’yi emperyalizmin saldırı gücü NATO’ya koşulsuz bağımlı hale getirmenin projesiydi. Bu projeyi hayata geçirenler, bu ülkenin tam bağımsızlığını ve emekçi halklarının kardeşliğini savunan ülkenin geleceği genç kuşağı ortadan kaldırarak, emperyalizmin mutlak hakimiyetini pekiştirdiler.

Tüm baskı ve sindirmelere rağmen, Türkiye’de gençlik 1970’li yıllarda hep ayaktaydı. 12 Mart darbesinden sonra, DİSK’in öncülük ettiği sınıf sendikacılığının yol göstericiliğinde yükselen sınıf mücadelesinin yanı sıra sosyalist hareketin ivme kazanması, üniversite gençliğinin bu mücadelelerle buluşmasını sağladı. 1980 yılına gelindiğinde parçalı olsa da sol hareket önemli bir potansiyele ulaşmıştı.
 
Ne yazık ki, 1960’lı yılların emperyalizm karşıtı, tam bağımsızlıkçı devrimci gençlik hareketi öncülerinin öldürüldüğü 12 Mart 1971 darbesinin tamamlayamadığını, emperyalizmin karanlık dehlizlerinde hazırlanan 12 Eylül 1980 faşist darbesi tamamladı. Nitekim 12 Eylül faşizmi, toplumu baskı ve şiddetle sindirdi.
 
12 Eylül faşizmi, sendikal mücadeleyi toplu sözleşme sendikacılığı ile sınırlayan düzenlemeleri anayasa ve yasalara yerleştirip, işçi sınıfının örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını daraltırken, üniversite özerkliğini ortadan kaldırarak merkezi kontrol mekanizmasını oluşturdu. Böylece üniversiteleri bilim üreten, özerk kurumlar olmaktan çıkardı ve onları öğrenci mezun eden düz okullara dönüştürdü. Üniversitelerin tek merkezden yönetmek üzere Yüksek Öğrenim Kurumunu (YÖK) üniversitelerin tepesine dikti. 1980’li ve 1990’lı yıllarda üniversite gençliği YÖK’e karşı önemli mücadeleler verdi. Ancak üniversiteler üzerindeki merkezi vesayet hep devam etti. Üniversiteler üzerindeki bu vesayet öğrencilerin giyimine kuşamına kadar her şeye karışıyordu. Nitekim 1990’lı yıllarda, türban takan kız öğrencilerinin üniversitelere girmelerinde sorunlar yaşandı. Maalesef Türkiye’nin çok partili hayata geçtiği 1946 yılından itibaren neredeyse her on yılda bir tekrarlanan darbe veya muhtıralardan bir tanesi “İrtica”ya karşı alınacak tedbirler adı altında 28 Şubat 1997 tarihinde uygulamaya kondu. Adına “Postmodern Darbe” denen 28 Şubat darbesi hak gaspları ile birçok mağduriyete yol açtı.
 
Kuşku yok ki, 28 Şubat darbesinin en önemli sonucu AKP’nin 2002 yılında iktidar olmasıdır. Zira 28 Şubat darbesine muhatap olan Refah Partisi öncülüğündeki Milli Görüş geleneğinden kopanların kurduğu AKP,  postmodern darbenin yol açtığı mağduriyetleri kullanarak, ülkeye demokrasi getireceği vaadinde bulundu ve halktan aldığı destekle iktidar oldu. AKP’nin en önemli vaadi YÖK’ü kaldırmaktı. Ancak kaldıracağını vaat etiği diğer birçok kurum gibi YÖK’ü de kaldırmadı. Çünkü yaptığı atamalarla YÖK’ü ele geçirdi ve kendisine karşı olan gençliği baskılamak için kullandı.
 
Tüm baskı ve sindirme politikalarından dolayı, 1960’lı yıllarda toplumsal mücadelenin başını çeken 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin işkencelerden geçirdiği, zindanlara doldurduğu, pusularda katlettiği ve önder kadrolarını idam sehpalarına gönderdiği üniversite gençliği, 2000 yıllarda lokal eylemlerle sesini duyurmaya çalıştı. Bir başka deyişle 1960’lı yılların iktidarları sarsan gençliği kısmen geri çekildi. Kuşku yok ki bunun en önemli nedeni, işçi sınıfının örgütlü gücü ile sosyalist solun zayıflamış olmasıdır.
 
Elbette tüm bu baskı ve şiddet politikaları, gençliğin ülkenin geleceği ile ilgili söz söylemesini ve projeler üretmesini engellemektedir. Kuşkusuz bu durum, ülkenin bilimle buluşmasının önündeki barikattır. Zira gençliğinin konuşması engellenen bir ülke, fikir ve bilim üretme potansiyelini kaybetmiştir. Evet, tüm bunlar gerçek ancak tüm bu gerçeklere rağmen, bu ülkede gençliğin susturulamayacağına dair önemli gelişmeler var. Nitekim, uzun süredir ülkede yargı eliyle halkın iradesine darbe yapılmasının yarattığı rahatsızlık, bu darbelerin son halkası olan İstanbul’un seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun, İstanbul Üniversitesi'nden 35 yıl önce aldığı diplomasının iptali ve 19 Mart 2025 tarihinde sabahın erken saatlerinde ise gözaltına alınması ile dışa vurdu ve gençliği harekete geçirdi. Hukuksuzluğu gelenek haline getirmiş iktidar bloku, 19 Mart’tan itibaren sesini yükselterek alanlara inen gençliği dinlemek yerine, onu baskı altına alacak yöntemlere başvuruyor. Anayasal protesto haklarını kullanan ve sokaklara çıkan gençleri polislere darp ettiriyor, işkence ile gözaltına aldırıyor ve cezaevlerine dolduruyor. Kısacası 28 Şubat sürecinin mağduriyetlerini kullanarak iktidar olan AKP, kendisinin uygulamalarına karşı demokratik anayasal haklarını kullanan bu ülkenin geleceği gençlerine zulmediyor.
 
Tüm baskılara karşı direnen ve 19 Mart’ta polis barikatlarını dağıtarak alanlara çıkan gençlik, bu yıl 1 Mayıs alanlarını da doldurdu. Gerek yoğun katılımı gerekse coşkusu ile 1 Mayıs kutlamalarına damga vurdu. Şimdi yapılacak şey, gençliği sokaklarda sahiplenmek ve onları provokasyonlara karşı koruyacak tedbirler geliştirmektir. Elbette burada görev, muhalefet partilerine, sendikalara, demokratik kitle örgütlerine düşüyor. Üniversitelerden sokağa taşan öğrenci gençliği sahiplenmek, bu ülkenin geleceğine sahip çıkmaktır. Gençlik asla yalnız bırakılmamalı ve geçmişin pratik mücadelelerinden haberdar olarak, doğru mücadele yöntemlerini kullanması için kendisine yol gösterilmelidir.
 
Kuşku yok ki, uzun yıllardır sorunlardan kopmuş gözüken gençliğin 19 Mart darbesine karşı ayağa kalkması, ülkenin geleceği için umut vericidir. Bu umudun sönümlenmemesi için demokrasiden, barıştan, eşitlikten ve adaletten yana herkese görev düşüyor. İktidarın, gençliğin geri çekilmesi için elindeki her türlü baskı aygıtını kullanacağı ve dezenformasyona başvuracağı akıldan çıkarılmamalı ve karşı tedbirler geliştirilmelidir. Zira umut gençlikte!
                                                          
                    Veli Beysülen 

Not: Bu yazının yazıldığı saatlerde DEM Parti İstanbul Milletvekili TBMM Başkavekili Sırrı Süreyya Önder'in vefat ettiği haberi ajanslara düştü. İmralı heyetinde yer alan ve Türkiye barışı uğruna sağlığını bile hiçe sayan, barış elçisi Sırrı Süreyya Önder'in vefatı Türkiye halkları için büyük bir kayıptır. Ailesinin sevenlerinin ve Türkiye halklarının başı sağolsun. Güle güle barış elçisi, yıldızlar yoldaşın olsun ışıklarda uyu. Umarım, uğruna hayatını ortaya koyduğun barış bu topraklara hakim olur. 

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.