ALTIN
 2.439,70
DOLAR
 32,4504
STERLİN
40,7959
EURO
 34,8290

 

 

             Bu yazı serisinin bir önceki bölümünü tamamlarken, serinin bir sonraki bölümünde özellikle 1980’den günümüze Türkiye’de yeni liberalizmin yaptığı tahribatı değerlendirerek devam edeceğimi belirtmiştim.

          Elbette 1980’den günümüze diye belirtmemin bir nedeni var. Zira 1980’e kadar eksiklikleri olmakla birlikte, kapsayıcılık ve verdiği hizmet yönünden sürekli geliştirilmeye çalışılan bir sosyal güvenlik sistemi varken, yeni liberal (Neoliberal) sistemin yürürlüğe girdiği 1980’den itibaren sosyal güvenlik sistemi sürekli geriletildi ve hizmetlerinde kısıtlamaya gidildi.

            Bu politika, sistemi gözden düşürmek ve halkı sistemin tasfiyesine destek vermeye hazırlamak için, uygulanan bilinçli bir politikaydı.

           Çünkü, özellikle Sosyal Sigortalar Kurumu’nun (SSK) kısıtlı olanaklarla nüfusun önemli bir kısmına sağlık hizmeti veriyor olması, insan sağlığından rant sağlamak üzere, bu alana yatırım yapmak isteyen yerli ve yabancı sermayenin önünde engeldi.

            Bunun tam olarak anlaşılması için Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne, Cumhuriyetin kuruluşundan ise 1980 yılına kadar sosyal güvenlik sisteminin gelişimine kısaca göz atmakta yarar var.

           Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, liman, tersane, demir yolları ve askeri işyerleri çalışanları ile memurlar için tekaüt (emekli) sandıkları kurulmaya başlandı ise de ülke genelini değil, aynı işyeri çalışanlarını kapsayan bu sandıklar, gerçek anlamda sosyal güvenlik kurumu değillerdi.

            Kısacası Osmanlı İmparatorluğu’nda, kapitalist sanayi toplumlarında hayata geçirilenin benzeri genel bir sigorta sistemi oluşturulamadı. Zira Osmanlı İmparatorluğu sanayi toplumu olma yolunda adımlar atmamıştı.

           Cumhuriyetin ilk yılarında da sosyal güvenlik alanında ciddi adımlar atıldığı söylenemez. 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmeden önce, 17 Mart-4 Nisan tarihleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde bu alanda yapılacak düzenlemelere dair bir takım öneriler gündeme alınıp tartışıldı ve kararlar alındı.

             Ancak gerek Osmanlı’dan devir alınan tarıma dayalı ekonomik yapı gerekse kurulan yeni devletin yeterli mali güce sahip olmaması, bu alanda yatırım yapılmasına engeldi. Yine de bu dönemde, 1925 yılında çıkarılan Hafta Tatili Kanunu, 1926 yılında çıkarılan Borçlar Kanunu ile 1930 yılında çıkarılan ve kadın ile çocuk işçilerin çalışma usullerine yer verilen “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda birtakım düzenlemelere yer verildi.

              Ayrıca aynı dönemde halkın genelini kapsayan genel bir sigorta düzenlemesi yapılmamış olsa da bölgesel ve belli iş alanlarını kapsayan emekli sandığı düzenlemeleri yapıldı.

             İlk kez 1936 yılında çıkarılan 3008 sayılı İş Kanunu’nda, işçileri çeşitli tehlikelere karşı korumak üzere sosyal sigortalar kurulmasına yer verildi.

            Ancak İş Kanunu’nda yapılan bu düzenlemeye rağmen, 1945 yılına kadar bu alanda herhangi bir çalışma yapılmazken, Türkiye’de çağdaş anlamda sosyal sigortalara ilişkin ilk kanuni düzenleme, 27 Haziran 1945 tarihinde 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu çıkarıldıktan sonra değişik sigorta kollarına dair kanunlar peş peşe yürürlüğe konması ile yapıldı.

              16 Temmuz 1945 tarihinde İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu’nun çıkarılmasıyla, bu alanda kurumsallaşmaya doğru adımlar atılmaya başlandı.  2 Haziran 1949 tarihinde bu sefer, 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu çıkarılırken, aynı yıl içinde kamu çalışanlarının (memur) sosyal güvenliği için 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu çıkarıldı.

               Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, dünyayla paralel olarak sosyal devleti hayata geçirmek üzere, sosyal güvenlik düzenlemelerini parçalı şekilde değişik zamanlarda yürürlüğe koydu. Bu arada 10 Aralık 1948 tarihinde, Birleşmiş Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nı peş peşe onaylayan ve taraf olan Türkiye, bu sözleşmelerle sağlık ve sosyal güvenliğin yurttaşların hakkı olduğunu kabul etti ve bu hakkı sağlamak üzere gerekli yasal düzenlemeleri yapmayı da taahhüt etmiş oldu.

               Bu taahhüdüne uygun olarak, 1950 yılında Hastalık ve Analık Sigortaları Kanunu, 1957 yılında ise Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortaları Kanunu yürürlüğe kondu. Tüm bu düzenlemelerle, sosyal güvenlik akanındaki düzenlemeleri, diğer birçok ülkeden çok sonra hayata geçiren Türkiye, sistemi parçalı bir şekilde uygulamaya koymuş oldu.

            1961 Anayasası ile sosyal devlet anayasal güvenceye kavuştu. Yurttaşların, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına dair düzenlemelere yer verilen Anayasa, devlete bu hakları sağlamak üzere yükümlülükler getiriyordu.

             Bu anayasal güvencenin ardından bu alanda yapılan en önemli ve en kapsamlı kanun, 5 Ocak 1961 tarihinde çıkarılan 224 sayılı, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanunu’dur. Bu Kanun sağlık alanında “sosyalleştirme” programı ile tüm sağlık hizmetlerinin genel bütçeden finanse edilmesini ve tüm yurttaşlara parasız olarak verilmesini getirmekteydi.

            Bu yasanın amacı tüm yurttaşların sağlık güvencesine sahip olmasını sağlamaktı. 1978 yılında, Alma-Ata’da toplanan Dünya Sağlık Örgütü Konferansı’nda katılımcı bütün ülkelere önerilen “Sosyalleştirme” programı, birçok eksiğiyle Türkiye’de 1984 yılında tüm yurtta uygulamaya kondu.

            Sosyal Güvenlik alanında peş peşe yapılan düzenlemelerin en kapsamlısı, 1964 yılında çıkarılan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) Kanun’uydu. Bu yasayla, 1945 yılından itibaren işçileri ilgilendiren ve değişik tarihlerde çıkarılan farklı sigorta kollarına dair düzenlemeler içeren kanunlar tek çatı altında birleştirilmiş oldu.

            Bunu, kendi nam hesabına çalışan esnafları kapsayacak olan 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu izledi. Aynı dönemde Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına” ilişkin 102 sayılı sözleşmesinin kabul edilmesiyle, Türkiye uluslararası belgelerde yer alan hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık, iş kazası, işsizlik, ölüm, meslek hastalığı ve aile sigortalarında düzenleme yapma yükümlülüğünü kabul etmiş oldu.

          Öte yandan 1976 yılında, 2022 sayılı 65 Yaş Aylığı Kanunu yürürlüğe kondu ve 65 yaş üstü yaşlı, kimsesiz ve muhtaç yurttaşlara aylık bağlandı. Ancak bu aylık günün koşullarında, yaşlı bireylerin insanca yaşamalarına yetecek düzeyde değildi.

           1980 darbesinin ardından bu alandaki düzenlemeler devam etti. Örneğin, 1983 yılında sosyal yardım hizmetlerini tek çatı altında toplayan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) yeniden yapılandırıldı.

            Yine 1983 yılına 2925 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ile 2926 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu çıkarıldı. 1986 yılında “Sosyal Dayanışma ve Destekleme Fonu” halk arasında bilinen adıyla Fak/Fuk fonu oluşturuldu. 1989 yılında Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı onaylandı ve 1992 yılında “Yeşil Kart” uygulaması başlatıldı. Dikkat edilirse 1980 sonrasının düzenlemeleri, daha ziyade yardım sağlama üzerine oturtulan düzenlemelerdir.

              Zira dünyayla paralel olarak uygulamaya konan yeni liberal (Neoliberal) program, sosyal devleti geriletmeyi hatta olabiliyorsa tamamen tasfiye etmeyi hedefliyordu. Bu nedenle devletin genel bütçeden sosyal güvenlik sistemine yaptığı kaynak transferi aşağı çekildi ve sosyal devletin yerini, iane yardımları almaya başladı.

            Türkiye’de 1990 yıllarda sosyal güvenlik sisteminin yönetimsel zaafları, prim tahsilindeki sıkıntılar, kurumların kaynaklarının hükümetlerce başka alanlara aktarılması gibi uygulamaların yol açtığı kurumsal mali sıkıntıların tamamı, toplumu sistemi bütün olarak tasfiyeye hazırlamak amacıyla yürütülen aleyhte propagandanın malzemesi olarak kullanıldı.

            Yine 2001 ekonomik krizinde sistem krizin en önemli nedeni olarak lanse edildi. Elbette bu propagandanın tek hedefi sosyal güvenlik sistemi değildi. Bir bütün olarak sosyal devletti. Bu nedenle, halkın dar gelirli kesimlerine ucuz mal ve hizmet üreten kamu kurumlarının tamamı hedefteydi.

            Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değişmez maddelerinden olan ikinci maddesinde yer alan “sosyal devlet” niteliği sorgulanıyordu.

             Serinin bir sonraki bölümünde, 1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyal güvenlik alanında yapılan yasal düzenlemelerin yol açtığı hak kayıplarını işlemeye devam edeceğim. Bir daha görüşünceye kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın.

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.