ALTIN
 2.439,70
DOLAR
 32,4504
STERLİN
40,7959
EURO
 34,8290

 

 

         Günümüzün küreselleşen dünyasında bir kavram kargaşası yaşanıyor. Bu nedenle bazı kavramlar, kullananların onu kullanma amacına hizmet etmesini sağlamak için çarpıtılıyor.

          En dikkat çekenlerinden biri, bu günlerde Türkiye’de çok kullanılan, ancak kullananların çoğunun geçmişlerine bakıldığında öyle olmadıklarını ele veren anti-emperyalizm kavramıdır.

           Anti-emperyalizm özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren, ABD ile diğer batı devletlerinin yayılmacı politikaları ve bu politikalarını hayata geçirmek için dünyanın değişik bölgelerinde sürdürdükleri saldırılarına karşı gelişen önemli bir kavramdır.

             Kuşkusuz kavramın en üst noktasına ulaştığı dönem, ABD'nin Vietnam'ı işgal girişimine karşı gerek ABD içinde gerekse dünya çapında geliştiği dönemdir. Nitekim bu dönem içinde gelişen anti-emperyalist hareket, ABD'nin Vietnam'da batağa saplanmasında ve geri çekilmesinde önemli rol oynadı.

             Anti-emperyalizm, tekelci sermayenin, hâkim olduğu devlet aygıtını (devleti) kullanarak, dünya genelindeki kaynakları hâkimiyetine almak üzere izlediği yayılmacı politikayı geri püskürtmenin önemli bir aracıdır.

            Yaşadığımız ülke Türkiye’nin, 1950’li yıllarda emperyalizmin silahlı gücü NATO’ya üye olması ülkenin sosyalist aydın kesimi tarafından tepkiyle karşılandı. Bu karşı çıkış dünyayla paralel olarak, anti-emperyalist harekete dönüştü ve 1960’lı yılların ikinci yarısında yükselen gençlik hareketine de yön verdi.

            Zira 1950’li yıllarda tam bağımsız Türkiye sloganı ile ülkenin NATO’ya üye yapılmasının karşısında yer alan aydınların önemli bir kısmı üniversite öğretim üyesiydi ve bu düşünceyi üniversite gençliğine aktarıyorlardı.

             Böylece 1950’li yıllardan başlayan anti-emperyalist ideoloji ile yetişen üniversite gençliği, 1960’lı yıllarda tüm dünyada yükselen anti-emperyalist hareketin de tetiklemesiyle, bu alanda önemli mücadelelere imza attı.

            Emperyalizm karşıtı hareket, 1961 Anayasası'nın demokratik hakların kullanımına kısmen yol vermesi, 1960’lı yıllarda işçi sınıfının hareketlenmesi ve önce Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) ardından Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurulmasıyla siyaset ve sendikal alanı da kapsayan bir harekete dönüştü.

            12 Mart darbesi ile önü kesilmeye çalışıldıysa da, hareket 1970’li yıllar boyunca, 12 Eylül 1980 faşizmi ülkeyi karanlık tünele sokuncaya kadar yükselişini sürdürdü ve önemli mücadelelere imza attı.

                 Peki kendisine anti-emperyalistim diyen her hareket veya kişi gerçekten böyle midir? Antiemperyalizm, tüm dünyayı kapsayacak şekilde, küresel ölçekte mi, yoksa her ülkenin kendi sınırları içinde daraltılmış mı yapılmalıdır?

             Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için, öncelikle feodalitenin yerini kapitalist sisteme bırakmasıyla, 18. yüzyılın ortalarından başlayarak 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın yeni düzeni olan ulus devlet yapılanmasının ve bu yapılanma ile birlikte gelişen uluslaşma bilincinin detaylı olarak incelenmesinde yarar vardır.

            Uluslaşma; o günün dünyasında, ulusal sınırların belirlenmesinin yanı sıra, sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişmesinde de önemli bir rol oynar. Ancak asıl amacı kapitalist sistemi dünya çapında inşa etmek ve devleti sistemin uygulanmasının baskı aracı olarak yapılandırmaktır.

              Uluslaşma bilinci günün koşullarında, ortaya çıkardığı ulusal kurtuluş mücadelesi ile devrimci bir öze sahipti. Ancak sömürgeci feodal sistemin tasfiyesinde önemli rolü bulunan ulusalcılığın, zaman geçtikçe ulusal devleti kutsaması ve ne pahasına olursa olsun, onun yanında olma pozisyonuna çekilmesi, devrimci özünden kopmasına ve milliyetçiliğe evirilmesine yol açtı.

           Üstelik bu kesim özellikle Türkiye özelinde geçmişte, emperyalizmle sorun yaşamayan hatta anti-emperyalist cephenin ön saflarında yer alan aydınları, gençleri ve işçi sınıfı önderlerini hedef alan, Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunan sosyalist sol düşünce sahiplerini komünistlikle, SSCB ajanlığı ile suçlayan, “Komünistler Moskova’ya” sloganları eşliğinde gösteri ve eylemlerine saldıran, kendilerine milliyetçi muhafazakâr diyenlerle buluştukları ilginç bir kompozisyonun parçası olmuş durumdalar.

              Evet, bu ilginç kompozisyonda buluşan geçmişin ulusalcı solcuları ile geçmişte anti-emperyalist harekete karşı çıkmış ve hareketin önderlerini hedef almış olan milliyetçi muhafazkarlar, son yıllarda çağdaş dünyanın, demokrasi, insan hakları, hukuk, kişi hak ve özgürlükleri gibi alanlarda geliştirdiği normları reddediyorlar.

            Bununla da kalmayan kompozisyon birleşenleri, ülkeyi yönetenlerin yukarıda saydığım çağdaş demokrasinin olmazsa olmazlarını yok etmesine destek veriyorlar. Asıl ilginç olan ise; bu buluşmayı ve insan hakları ihlallerine destek vermeyi, emperyalizmin dayatmalarına karşı gelmek olarak açıklamalarıdır.

             Halbuki, insan hakları ihlalleri ile doğayı tahrip eden projeler, artık ulusal devletin kendi iç meselesi olmanın çok ötesinde tüm insanlığın ortak mücadelesi ile karşı çıkılması gereken ortak sorunlardır. Dolayısıyla hiçbir devlet, bu konularda dışarıdan yapılan eleştirileri içişlerine müdahale olarak göremez.

              Bunu devleti yönetenlerde çok iyi biliyorlar. Ancak onlar iktidarlarının devamını sağlamak için, toplumun emperyalizme karşı olma hassasiyetini kullanıyor ve zaman zaman danışıklı dövüşle emperyalizme karşıymış görüntüsü veriyorlar.

             Peki ama, 1980'lerin başından bu yana dünyaya hakim olan neo liberalizmin, ekonomik hakimiyeti ulusal hükümetlerden aldığı ve küresel sermayeye devrettiği, özellikle kaynak talanı, doğa tahribatı ve çevre felaketine yol açacak devasa projelerin engellenmesinde uluslararası sermayenin önündeki en önemli engel olan ulusal yargının yetkilerini kaldırarak, yerine uluslararası “TAHKİM” mahkemesinin yetkisini ikame eden büyük emperyalist devletlerin mutlak hakim oldukları, sermayenin dev küresel şirketlerde toplandığı günümüzde, kendisini milli ilan eden iktidarlar gerçekten milliler mi? Elbette değiller.

             Bu nedenle, günümüz ulusalcılarının, ulusal refleksle milli olmayan bu iktidarların, demokrasi dışı yönelimlerine sahip çıkmaları, anti-emperyalist bir tavır değil, aksine milliliği kullanarak ülkeyi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getiren sözde milli iktidarlara can simidi uzatmaktır. Çünkü neo liberalizm piyasa köktenciliği olup, emperyalizmin, ulusal devletleri etkisizleştirerek onları bağımlı hale getirmesinin aracıdır.

          Hâlbuki hammaddelerin sömürgelerden zorla elde edildiği 19. ve 20. yüzyıl klasik emperyalizminin yerini, devleti ekonomik alandan çeken ve rolünü uluslararası sermayenin serbest yatırım yapmasını sağlayacak tedbirleri almakla sınırlayan, neo liberal ekonomik modelin uygulanmasına dayanan yeni bir emperyalizm çağındayız. Yeni sistem, ülke kaynaklarının sömürülmesinin yanı sıra sınırsız doğa tahribatını beraberinde getirmektedir.

            Şirketlerin mutlak hâkimiyetine dayanan bu sistem, aynı zamanda emek maliyetlerini aşağı çekmekte ve yoğun bir emek sömürüsünün üzerine inşa edilmektedir. Türkiye'de 1980'lerin başından itibaren uygulanan yoğun özelleştirme programı ile Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlayarak, halkın vergileriyle halka ucuz mal ve hizmet üretip sunmaları için oluşturulmuş birçok kamu kurum ve kuruluşu sermayeye peşkeş çekildi.

           Bu günlerde Türkiye’de tüm bunları görmezden gelenler, geçmişten bugüne sürdürdükleri emperyalizm severliklerinin üstünü örtmek için, anti-emperyalist olma rolü kesiyorlar. Üstelik bunu ülkeyi emperyalizmin rant alanı haline getirenlere verdikleri desteği gizlemek için yapıyorlar.

              Dahası bu kesimler, çağdaş demokrasinin olmazsa olmazlarını uygulamayan ve insanlık ailesinin yüz yıllarca verdiği mücadeleler ve ödediği bedellerle kazandığı insan haklarını, emperyalizmin dayatmaları olarak algılatma çabasına destek vererek yapıyorlar.

            Anti-emperyalist olmak, militarizme ve kendi ülkesini yönetenlerin başka ülkelere yönelik emperyal emeller beslemelerine karşı durmayı da gerektirir. Anti-emperyalist olmak, emperyalist merkezlerin komşu bir devleti iç savaşla yok etme politikasının uygulanmasında, emperyalist merkezlerin yanında yer alınmasına karşı olmayı da gerektirir.

           Aksine emperyalizmin zemin bulduğu savaşa karşı çıkmayan ve onun zeminini ortadan kaldırmayarak, bir gün bir emperyalist merkezin, ertesi gün diğerinin safında yer almak anti-emperyalistlik değil, emperyalizme hizmettir.

                Dolayısıyla, tüm bunları görmezden gelen ulusalcı anlayış sol olamaz, değildir de. Zira sosyalist olmak, emeği savunmayı, emekçilerin yoksulluğunu gizlemek için ırkçılığın, şovenizmin ve dinin kılıf olarak kullanılmasını reddetmeyi, enternasyonalizmi ilke edinmeyi, halklar arası dayanışmayı, dünyanın neresinde olursa olsun savaş ve şiddette karşı çıkmayı, kaynakların talanı ile doğa tahribatına karşı olmayı, ülkesine bakmadan, her türlü emperyalist yayılmayı reddetmeyi şiar edinmektir.

           Sonuç olarak: Bir insan veya bir siyasi yapı ya anti-emperyalisttir, gerçek anlamda demokrasi, barış ve özgürlük savunucusudur ya da ayrıştırma, çatıştırma ve savaş savunuculuğu ile bunlardan beslenen emperyalizmin hizmetindedir! Gerisi kavram kargaşası yaratarak gerçekleri gizleyemeye çalışmaktan başka bir şey değildir!

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.