Yaşananların Adını Doğru Koymak lazım
Sanıyorum bugün Türkiye'nin yaşadığı sorunların temelinde 102 yıllık cumhuriyetin demokrasi ile buluşmaması yatıyor. Durumu daha iyi kavramak için işe cumhuriyet ve demokrasi tanımlarından başlamak gerekiyor. Zira ancak böylece birinin varlığının diğerinin varlığı olmadığı anlaşılabilir.
Cumhuriyet, milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi olarak tanımlanır. Demokrasi ise; halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki, demokratlık olarak tanımlanan halkın direk egemenliğine dayanan sistemdir.
Çağımız demokrasisinde halk bu egemenliği yasaları müzakere etme ve yasal düzenlemelere karar verme yetkisine sahip olduğu doğrudan demokrasi veya yasaları yapacak yasama organı üyeleri ile yürütme organını toplum sözleşmesi (anayasa) ile yasalarla belirlenmiş usul ve esaslar çerçevesinde seçme yetkisine sahip olduğu temsili demokrasi gibi iki yöntemle kullanır. Bu yönetim biçiminde, kimin halk (yurttaş) kabul edildiği ve yetkinin insanlar arasında nasıl paylaşıldığı veya hangi yetkilerin verildiği konuları zaman içinde ve farklı ülkelerde değişiklikler göstermiş olsa da demokrasinin temel özellikleri vardır. Bunlar, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eşit yurttaşlık hakkı, yönetilenlerin (halkın) rızası, genel oy hakkı, özgürlük hakkından ve yaşam hakkından haksız yere mahrum bırakılmamak ve azınlık hakları gibi hak ve özgürlüklerdir.
Kuşkusuz, cumhuriyetin tanımındaki, "Halkın kendi kendisini yönetmesi" ilkesine uygun olup olmaması, halk egemenliğine dayanan demokrasi ile buluşup buluşmaması ile ilgilidir. Demokratik Cumhuriyet, cumhuriyet ve demokrasinin öngördüğü ilkeleri birleştiren bir yönetim biçimidir. Dolayısıyla demokratik bir cumhuriyet, iki ayrı sistemin her birini ayrı ayrı uygulamak yerine, cumhuriyet ile demokrasinin ortak ilkelerini bünyesinde barındırır. O zaman, demokrasinin yukarıda belirttiğim temel ilkelerinin uygulamada olmadığı herhangi bir ülkenin adının cumhuriyet olması, tek başına halkın kendi kendisini yönetmesine yetmiyor. Nitekim adında cumhuriyet kelimesi olan dünyanın birçok ülkesinin yönetim biçimi demokratik değildir.
Kuşkusuz benim de zaman zaman yazılarımda belirttiğim gibi adı cumhuriyet olan Türkiye, bırakın demokratik cumhuriyet olmayı, cumhuriyetin halkın kendi kendisini yönetmesi ilkesinin gerçek anlamda uygulandığı devlet de olamadı. Öte yandan, ülkeyi yönetenler her ne kadar "Türkiye bir hukuk devletidir" deseler de, Türkiye hiçbir zaman evrensel hukuk kuralları ile temel insan haklarının uygulandığı gerçek bir hukuk devleti de olamadı. Maalesef pratik uyguĺamada iktidarda bulunan siyasi kadro ve darbe yönetimlerinden kaynaklı dönemsel nüanslar olmakla birlikte, farklılıklar hep tehdit olarak görüldü ve toplum sürekli baskı altında tutuldu. Bunu evrensel demokrasi ve hukuk ilkelerinden kopuk, kendi felsefesini yansıttığı ülkeye özel anayasa ve yasalar aracılığıyla yapan Türkiye Cumhuriyeti, zaman zaman kendi iç düzenlemelerinin bile üzerinden atlayarak rutinin dışına çıkmakta sakınca görmedi.
Nitekim Türkiye 1990'lı yılların başında, "Anayasa bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz" diyen zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile 1990 yılların ortalarında, "Devlet gerekirse rutinin dışına çıkar" diyen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in yıllarca Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptıkları ülkedir. Yine Türkiye, "Anayasaya aykırı ama getirirlerse destekleriz" diyen Kemal Kılıçdaroğlu'nun ana muhalefet partisi lideri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ile Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını tanımıyorum ve uymuyorum diyerek kendi yaptığı Anayasaya uymayan, muhaliflerini yargı sopası ile susturan, yurttaşların anayasal haklarını kolluk gücüyle engelleyerek anayasayı uygulamayan Recep Tayyip Erdoğan'ın 23 yıldır Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı ülkedir. O zaman bugün yaşananları çok da yadırgamamak gerekir. Zira her biri bulunduğu makamda devlet felsefesinin temsilcisi olan bu insanların söyledikleri ülkenin yönetim anlayışını yansıtmaktadır. Evet, bu anlayış Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne, merkez siyaseti dünya ve Türkiye konjonktürüne uygun dizayn etmektedir. Yine bu anlayış, çok partili hayata geçişle birlikte merkez siyasetin sağ versiyonunu değişik parti isimleriyle iktidara taşıdı. Bu nedenle, 1950'den günümüze 75 yıldır bu ülkeyi sağ partiler yönetiyor.
Elbette, özellikle 1970'li yıllardan itibaren merkez siyasetin kısmen solunda konumlanan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), gerçek anlamda sol ideolojiyi temsil ettiği için iktidara getirilmiyor değil.
Çünkü Cumhuriyetin kurucu partisi olan, halen kurucu iradeyi temsil ettiği açık olan CHP, gerçek anlamda sol bir parti olduğu için sistem tarafından yönetimden uzak tutulmuyor. Devletin çekirdeğinin bu tercihinin dünya konjonktürünün yanı sıra ülkede uygulanan ekonomik modelle de bağı var. Sadece bu da değil. 1970'li yıllarda gelişen toplumsal uyanışla birlikte, yükselen anti kapitalist anti emperyalist dalganın etkisinde kalan CHP'nin ulusalcı refleksi, Türkiye burjuvazisi ile emperyalist merkezleri ürkütüyor. Kaldı ki toplumsal uyanışı bastırmak üzere yapılan darbelerin eseri olan muhafazakâr toplumsal yapı, daha seküler, laikliği savunan, serbest piyasayı sosyal devlet uygulamalarıyla dengelemeyi vaadeden CHP'yi yönetimin dışında tutmak için kullanılıyor.
Tüm bunlar, dünden bugüne Türkiye siyasetinde genel durumun özetidir. Bugün gelinen nokta, siyaseten ve yönetim sistemi bakımından ülkenin demokrasiden gittikçe uzaklaştığı, 23 yıldır ülkeyi yöneten partinin devletleştiği ve kendisine karşı gelişen muhalefeti devlete karşı gelmek olarak topluma empoze ettiği, yetkilerin tek kişide toplandığı noktadır. Elbette bu sonucu ortaya çıkaran, yukarıda belirttiğim gibi cumhuriyetin demokrasi ile buluşamamasıdır. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren işçi sınıfının yükselen siyasi ve sendikal mücadelesinin yanı sıra Kürt siyasetinin ivme kazanması ve 1980'li yıllarda çatışmaya evirilmesi, devletin kendisini koruma gerekçesi ile toplumu baskı altına almasında araç olarak kullanıldı. Kuşkusuz bu zemini Türk-İslam sentezi ile siyaset yapan partiler ile siyasetçiler alabildiğine kullandılar. Güvenlikçi militarist dilin hakim olduğu merkez siyaset bir bütün olarak devletin demokrasi ve insan haklarından uzaklaşmasına destek verdi.
İktidarının ilk yıllarında, demokrasi ve insan hakları yönlerinde kendisinden önceki iktiarlardan farklı olduğu mesajını veren AKP, zaman içinde devletin tekçi zihniyeti ile bütünleşti. 2017 yılında tek adam yönetimine geçiş için yapılan Anayasa değişikliğini savunanların tezleri, bu bütünleşmenin basit bütünleşme olarak okunmaması gerektiğini gösteriyor. Zira tek adam yönetimini savunanlar, hedefin devletin hantal yapısını tasfiye etmek ve hızlı karar alınmasını sağlamak olduğunu iddia etmişlerdi. Nitekim dedikleri gibi yasama ve yargının yürütme üzerindeki denetim yetkileri yok edildi. Artık yasama ve yargı tek adamın ağzına bakıyorlar. Yasama onun istediği kanunları çıkarırken, yargı ise muhalefeti onun istediği gibi dizayn etmenin aracı haline geldi.
Nitekim zaman zaman Cumhurbaşkanının ağzından, "Bu ülkenin ihtiyacı yerli ve milli muhalefettir. İnşallah onu da biz sağlayacağız" dediğini hepimiz duyarız. O zaman daha önce HDP'ye sonrasında DEM Parti'ye bugün ise CHP'ye yönelik kuşatmaya şaşırmamak gerekiyor. Zira 2023 seçimlerinden sonra yapılan CHP Kurultayı'nda Özgür Özel'in genel başkanlığa seçilmesinin ardından, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde parti birinci oldu. Seçimlerden bugüne yapılan bütün kamuoyu araştırmaları oy oranını sürekli arttırdığını gösteriyor.
Elbette bunda Özel ile ekibinin mümkün olduğunca yüzü halka dönük, onun sıkıntılarını bilerek siyaset yapmaya çalışmalarının önemli payı var. Özellikle iktidarın ekonomi politikasının vurduğu sınıf ve katmanların sorunları ile taleplerini gören bir noktadan, toplumla buluşmaya çalışarak sokağı kullanmayı tercih etmeleri iktidarın kabul edeceği bir durum değildir. Zira Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP sokağı kullanmaktan uzaklaşmış ve demokrasiyi sandıkla sınırlayan bir siyaset hattı belirlemişti. Kuşkusuz demokrasiyi bir haklar bütünü olarak görmeyen, sokağı kullanmaktan imtina eden bu muhalefet tarzı sandık fetişizminden başka birşey değildir. Kaldı ki bu muhalefet tarzı, sandıktan çıkan iradeyi tanımayarak muhalefete mensup seçilmişleri cezaevlerine dolduran, görevden alan, yerlerine kayyum atayan, kısacası sandığı kendisini seçtirmenin aracı olarak kullanan iktidarın değirmenine su taşımaktır.
Hiç kuşku yok ki, CHP iktidarın istediği tarz "Yerli ve milli muhalefet" olmaktan uzaklaşma imajı verdikçe, baskılara maruz kalacaktır. Zira iktidarın toplumun emekçi kesimlerini yoksullaştıran ekonomik programına ciddi tepki var. Bu tepki toplumu iktidar alternatifi olarak gördüğü CHP'ye ve onun cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'na yöneltiyor. Bu nedenle, CHP yeni yönetim sisteminin kalıcılaşmasının önünde engel olarak görülüyor ve iç çelişkileri kullanılarak marjinalleştirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle, partinin iki yıl önce yapılan ve sonuçları YSK kararına dönüşmüş olan il ve merkez kongreleri yetkisiz mahkemelerce iptal ediliyor. Atanan kayyumlar parti üyelerine şiddet uygulanarak parti binasına alınıyor.
Öte yandan parti bir dönüşüm süreci yaşıyor. Özellikle Kürt sorununun barışçıl çözümü sürecinde parti yönetiminin, partinin önceki yıllarda izlediği katı, retçi politikanın aksine, çözüme katkı sunma yönünde pozisyon alması, iktidar kanadında rahatsızlığa yol açtı. Bugün iktidar mümkünse CHP'yi sürecin dışında tutmaya çalışıyor. Partiye yönelik operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalarla, parti organlarını mahkeme marifetiyle görevden alma ve yerlerine kayyum atamayla parti etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Tüm bunlar, CHP ile muhalefetin diğer bileşenleri tarafından doğru okunursa çözüm üretmek daha kolay olacaktır. Kısacası yaşananların adını doğru koymak önemli!